
Photography by Nilüfer Nurgül Özdemir
“Ateş, bir kez yanmaya başlayınca, senin denetiminden çıkar gibi olur ama, unutmamalısın ki, kendi haline bırakılan ateş, gerçi koşullar uygunsa, harlar, ama, kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak tükenme sürecine girer; ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir…Bu yüzden, ateşini ‘beslemen’ gerekir; tam zamanında, tam yerinde, yeni yakacak odunlar koyman, belirli bir yanı tükenmeye yüz tutmuş odunları birbirine göre çevirmen, yanamayarak tütmeye başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen- bir sürü düzenleme, bir sürü ayarlama… Ateşini kendi haline bırakamazsın, bırakırsan, tükenip söner… Ateşinden sorumlusun”.
Oruç Auroba
Bir mesel var elbette. İnsan durduk yere yazmaz. İnsan durduk yere yanmaz. Yanarsa bilir az da olsa neler olacağını. Yazarsa bilir mi peki? Yazmak insanın, ne olacağını bilmese de, bilmek için, bilebileceğini duyurmak için giriştiği bir eylemdir.
Yanmaksa, yaşamak için…
Ateş bizim kültürümüzde hem korkutan, korkulan, yaklaşılmayan; hem de şifa verendir. Ateş, temastan kaçtığımız, temas edersek bizi acıtacak olan, aynı zamanda da uzaklaşmadan sıcaklığına ihtiyaç duyduğumuzdur. Ateş, Oruç Auroba gibi söyleyecek olursak, hem uzak hem yakın olandır. Ateş yakınla uzak arasındaki salınımda en çok yakın olana ihtiyaç duyandır.
Ateşe yaklaşmadıkça oyun oynayamazsın mesela. Sıcak, soğuk denkleminde uzağa düşersin sürekli… Sıcaklaşmak için yakınlaşman, yakınlaşman için bulman gerekir.
Ateş, tıpkı ilk çağlardaki gibi, metaforik olarak da insanın kendi içinde keşfedilmeyi bekler.
Ateş, birisi tarafından yakılan değil, edilgenlikten uzak bir edim, bir yanandır aslında.
Ateş senin onu görmeni bekler. Ateş orada hep tütmektedir. Dumanını, sana dediklerini okumanı ister.
Ateş uzaklaştıkça sönmeye yüz tutar ama. Uzaklaştıkça darılır sana. Uzaklaştıkça konuşmaz olur.
Ona bir kere yaklaşmaya gör…İşte o zaman başlarsın yanmaya. Ne yapacağını bilemeden sıcaklığıyla, öylece başında kalakalırsın. Bazen ateşinde hayallere dalar bazen elini ona uzattığında canını yakan acıyla, gerçeğine sıçrarsın. Ateş, seni afallatır bir süre. Ama bir kez onu sahiplendin mi, seni hiç yanıltmaz. Seni hiç bırakmaz. Yanıp durmaya devam eder sürekli.
O yandıkça yaşadığını anlarsın. O yandıkça ona sahip çıkmayı bir de…
Üstelik pervaneler çok olur etrafında ateşin. Yanmak isterler. Ama yanaşmaya korkarlar. Yanmak ve yanaşmak, yan kesicileri sevmez bu ikisinin arası. Bir tek “ateşinden sorumlu olanlar” yanaşabilir ona. Bir de bu sorumluluğun farkında olanlar. Bir tek yanmayı göze alanlar, yok olmayı kafaya koyanlar, ateşle birlikte küle dönebilecekler, küllerinden yeniden doğabilecekler anlar bunu.
Ateşin yanıyorken, ne anlatsan boştur etrafa, ne anlatsan boştur ateşten korkanlara. Ne nasıl yandığını anlatabilirsin, ne de ateşini ilk keşfettiğin anı. Ne de ateşinden sorumlu olduğunu. Ateşin sorumluluk olduğunu…
Bir kez yanmaya başladın mı…
Yolunun ateşten de yüce, ateş kadar büyük ve muazzam olduğunu…
Anlatamazsın işte.
Anlatmaman gerektiğini de, çok sonra, ancak daha çok daha çok yandığında anlarsın.
Ateş anlar bir tek.
Ateşle yaşarsın.
Ateş içindedir.
Ateşle iç içe.
Yanar durursun…
Onu bir kez bulduysan, senden mutlusu yoktur.
Senden yalnızı bir de…
Ateş ve sen.
Ateş ve ben.
Kutsallığın mabedinde, kutsal olanı çağırıp durursunuz, kimsenin anlamadığı bir dilde, bir bilmeceyle…
Unutma ateşinden sorumlusun.
Ve unutma, ateşini icat etmek ilk işin.
Ateşin icadıyla başlar yolculuk…Sonsuz kere devam eder ondan sonra.
Sorumluluk sende.
Ateşe yakın, çok sıcak bir yerlerde, görüşmek üzere.
Nilüfer Nurgül Özdemir
02.03.2018, Ankara