Anasayfa » Günlükler/Yazılar » Düşünmeyi Düşünmek ve Toplumsal Paralaks

Düşünmeyi Düşünmek ve Toplumsal Paralaks

Olivier Richon The Buurkerk at Utrecht, After Pieter Saenredam — Imitatio Sapiens Series 1987

“Maymunu ormandan çıkarabilirsiniz, ama ormanı maymunun içinden çıkaramazsınız.”

Frans De Waal-İçimizdeki Maymun[1]

Dünya genelinde çok sayıda insanın yaşamını kaybettiği, toplu bir yas ve ontolojik kaygıyı beraberinde getiren Covid-19 salgını ile birlikte, evde ve hayatta kalabilenler olarak derin bir içsel muhasebeye girmiş gibi görünüyoruz! Ya öyle zannediyoruz ya da öyle olmamız gerektiği varsayılıyor. Bilgisayarın/cep telefonunun karşısında bizi “avutmaya çalışanların” söyledikleri bu en azından…Peki gerçekten de içsel bir muhasebede miyiz dersiniz? Derinlemesine düşünüp tefekkür ediyor, düşüncelere dalıyor muyuz?

Hız ve haz çağında tüketimin bizi getirdiği son evrelerden biri olarak, düşünce tüketimini de son sürat yaşadığımızı ve en derin sosyolojik, psikolojik ve ontolojik kaymanın bu sebeple başımıza geldiğini ve geleceğini yazının en başından belirtmeliyim. Düşünce tüketimi nedir? Öyle bir hızın içindeyiz ki bırakın düşünmeyi düşünmeyi, en temel mevzularımıza dair düşünceleri bile çiğnemeden yutuyoruz adeta. Üstelik sürekli bilgi, reklam ve uyaran bombardımanı altında beynimizin de ayarlarının karıştığını pek de fark etmeden, kendimiz seçiyor, kendimiz düşünüyor ve eyliyoruz zannediyoruz. Bunun yanı sıra, sırf biliyoruz demek için okuyor, biliyor desinler diye konuşuyor, sloganlara tav oluyor ve düşün eylemini, derinlemesine düşünmeyi unutarak temeli sağlam olmayan yapılarda, yüzeysel bilgilerin üzerinde daldan dala zıplıyoruz. Günlük olarak bir düşünceyi alıyor, bir köşede tüketiyor, tükettiğimiz bu düşünceleri ertesi gün unutuyoruz. Öyle ya bir bakıma haklıyız, teknoloji o kadar hızlı ki, dünkü bilgi bugün eskiyor. Dün inanarak savunduğumuz doğrular, bugün yeniden kurulmak zorunda kalıyor. Yorgunuz…Yorgun olmayanlarımız ise aynı nakaratı tekrar etmekten mutlu olanlar!

Yazının başlığındaki “Paralaks” kavramını tam da Slavoj Zizek’in Mimari Paralaks metninde açımladığı haliyle kullanıyorum. Bu kavram, üzerinde konuştuğumuz zemini ve zamanı tanımlamamıza yardım ediyor. Nedir Paralaks?: “Gözlem yapılan konumdaki bir değişikliğin yarattığı yeni bir görüş hattından kaynaklanan bir nesnenin bariz yer değiştirmesi (bir arka plan karşısında konumdaki kayma)”[2] Zizek özet olarak bu kaymaya “kültürel kapitalizm” diyor. İronik bir biçimde kendimizi mutlu ettiğimiz, anlamlı olduğu için tükettiğimiz, aidiyet hissettiğimiz (yeşil, vegan, duyarlı vb…) şeylerin dahi gerisindeki sinik tavrı anlatıyor. Mimar Frank Owen Gehry’nin ücra bir kulübeyi restore ettirdikten sonraki görünümüne ilişkin Zizek’in ortaya koyduğu “ileri düzey teknoloji ve bilimsel başarı ile yoksulluk ve israf arasındaki bir mekan” tanımı aslında bu yazı boyunca izini sürdüğüm kaymayı, yani dünyanın 2020’deki ahvalini oldukça güzel bir biçimde özetliyor. Bana göre, ileri düzey teknoloji ve bilimsel başarı ile, yoksulluğun her çeşidi (maddi, manevi ve zihinsel/düşünsel) ve alabildiğine israf arasındaki bir yer ve zamandayız…Bu basit gibi görünen tanım bir hayli ironik, zorlayıcı ve açıkçası tuhaf…Örneğin; bilgi her yerde ama bunlardan anlamlı bir bütün çıkartabilenlerin, bilgiyi yorumlayabilenlerin ve yeni sorular üretebilenlerin sayısı oldukça az.Hızlı, hazır ve hap bilginin, sloganların, şovun, görsel oyalayıcıların, zihni avutan eğlenceliklerin; dünyayı, bilimi, insanlığı ve değerleri ele geçirmesi durumu bu aynı zamanda. Adeta Hobbes’un devletinden önceki doğal duruma geri dönmüşçesine “insan insanın tüketim nesnesidir” formülünde bir mesele var ortada. İşte toplumsal paralaks dediğim şey de bu ironik zamanın içine sıkışmış biz kalabalıkları anlatmak için kullandığım bir kavram.

Düşünme ile ilişkimizin -akademiden, siyasete, ilişkilerden işe, her alanda- bu kadar mesafeli oluşunun nedeni bu belirsizlik evreninde kayboluşumuz ve arka plandaki bu hızlı kaymalar. Her şey o kadar tuhaf ki, tuhaflığın içinde kendimizi anlamlandıramıyor, kısmen anlamlandırsak bile bu tuhaflığın ve hızın yükünü kaldıramıyoruz. Tutunacak pek de sağlam dayanağımız kalmadı elimizde. Böyle bir durumu insan psikolojisi kaldıramadığı için de, zihin şalteri attırıyor ve genetik mirasımız gereği kolay olanı seçerek, bize kolaylık sağlayan otomatik pilotlarımız alışkanlıklarımızla, rutinlerimizle yola devam ediyoruz. Oysa neyi alışkanlık edindiğimize bakmıyoruz bile. Bize hayatta kalmak için alan açan zihnimizi, hayatta kalmamızla hiç ilgisi olmayan meselelerde eğitiyor ve olmadık alışkanlıklar yaratabiliyoruz. İşte bu alışkanlıklarımız bizim karşımızda ve bizim tarafımızdan yıkılmayı bekleyen bir duvar olarak duruyor. O duvarlar kendi hapishanemiz…Alışkanlıklarımızın içinde hapsolmuş bir halde sadece kendimize ve dar çevremize bakıyoruz. Düşündüklerimiz de alışkanlığa dönüyor. Sorgulamaları da bu otomatiğe aldığımız pilotla birlikte yapıyoruz. Acaba başka ne var diye bakmak, düşüncemize değişik bir çentik atmak bizim için ölümcül derecede korkutucu olabiliyor.

Bu dünyaya, evrene ve birbirimize bağlı olduğumuzu ve karşılıklı bağımlılık ilkesini de unuttuk, unutmaya devam ediyoruz. Bireyci, sinik, kaygı dolu, depresif, öfkeli, korkak, sürekli kendisinde bir sorun olduğu algısı ile kendisi ile meşgul olan ve bu arada olanı biteni kaçıran yığınlar olduk. Kimileri gerçekten yiyeceğe, barınmaya, ısınmaya, sağlık gibi en temel fiziksel ihtiyaçlarına ulaşamazken, bunların pek çoğuna ulaşabilir olanlarımız da beynimizin sadece “savaş ve kaç” bölümü ile hayatımızı idare ediyoruz. Bu arada gayet de entelektüel görünebiliyoruz. Anlayacağınız, bolluk içerisinde yokluk yaşıyoruz. Beynimizdeki ilkelle, içimizdeki maymunla konuşup da onu insana dönüştürebilmiş değiliz henüz. Bu nedenle maymun muz isterse muz istiyoruz, o anki kimliğimize uygunsa içimizdeki maymun çevreyi korumak istedi diye çevreyi koruyoruz, çevreyi korurken bir diğerini sözlü olarak aşağılamanın ekolojik ve ruhsal sistemimize nasıl da toksik madde saldığını fark etmiyoruz.

Sistem sorununu da çözümünü de satmayı çok iyi biliyor, çözümden yeni yeni sorunlar yaratmayı da… “Kimi zaman şey’in kendisi onun kendi maskesi olarak hizmet edebilir-toplumsal antagonizmaları gizlemenin en etkili yolu onları apaçık sergilemektir.”[3]Örneğin bir taraftan içimizdeki maymunu terbiye etmek için Mindfulness (bilinçli farkındalık) gibi bir araca ihtiyacımız varken diğer taraftan onun kölesi haline gelebiliyoruz. Kişisel gelişim furyası Yuval Nora Hariri’nin de öngördüğü haliyle yeni bir din olarak karşımızda duruyor. Bireysel olarak okumak ve araştırmak daha çok zaman aldığı için; aracın amaca döndüğü über şişirilmiş, ultra lüks kurslar, sertifikalar, eğitimler, şipşak meslekler, yeni trendler ve daha neler…Ronald Purser Neoliberalizmin son tuzağı Mindfulnnes[4]yazısında “özel alana çekilmesiyle birlikte mindfulness bir nevi benliğin dinine dönüşüyor.” diyor. Benliğimizin dinine dönüşen bu ve benzeri üzerimize kimlik diye giydiğimiz tüketimlerimizi görmüyor, görmezden gelmeye devam ediyoruz…Çünkü sormuyor, sorgulamıyor, bir başka olguya itiraz ederken sorduğumuz “neden” sorusunu, iş kendimize gelince bir türlü başaramıyoruz. Ekranın karşısında sürekli düzeltilmesi, eğitilmesi ve birilerini izlemesi gereken “şeyler” olarak oturuyoruz. Oturduğumuz yerden otoriteye itiraz ediyoruz ama daha bizin neyi yönettiğini bile bilmiyoruz.

Hiçbir meselenin tek boyutlu olamayacağını, üstelik bir meseleyi düşünürken, ucu bize dokunsun dokunmasın, içine kendimizi de katıp sorgulamamız gerektiğini anlatmak meselem…Tüm bu olanlar benden bağımsız değil, ya da sizden, bizden…Tek boyutlu bir ekranda, her gün daha da uyutulan bir güruh olduğumuzu hissetmenin kaygı ve üzüntüsünü taşıyorum. “Uyutulan” derken edilgen bir durum gibi görünen bu tespiti evirip çeviriyor ve sorgulamayı “peki ben ne yapabilirim?” diyerek yeniden başa alıyorum. Uyutulmuş olan beni sorguluyorum. İşte bu arka plan kayması içerisinde derinlemesine düşünmek dediğim tam böyle bir şey… Bunu kendime iş ediniyorum çünkü, bu yazı boyunca eleştirdiğim her evreyi önce kendim yaşıyor, içine kapatıldığım hapishanelerden çıkmaya çalışırken kafamı duvarlara vuruyor ve uyanıyorum ve tüm sorularıma en baştan yeniden yeniden başlıyorum. Kendime her seferinde yanılıyor olabileceğimi hatırlatarak ve bilmiyor olabileceğim hakkını vererek. Bilmemenin güzel bir erdem olabileceği farkındalığı ile…Kendini bilmenin ise Yunus’un dediği gibi gerçek ilim olduğu düsturu ile…

O nedenle, içsel muhasebemizi yaparken, çok boyutlu ve eş zamanlı pek çok yönden ve değerlerle birlikte düşünürsek -ki buna, şimdilik 360 derece düşünme diyebiliriz- o zaman içimizdeki ilkeli ormandan çıkartıp büyütebilir, maymunun içindeki o sanal ormandan da kurtulabiliriz. Tabi bonobolara (Frans De Waal‘ın hayranlıkla okuduğum kitabının baş kahramanı, bize en yakın akrabamız bir şempanze türü) haksızlık etmeden, bonoboların da dostluğuna, yol göstericiliğine ihtiyacımız olduğunu bilen “insan”lar olmaya samimiyetle karar vererek.

Nilüfer Nurgül Özdemir

12.05.2020, Ankara

[1]“İçimizdeki Maymun, Biz Neden Biziz?”, Frans De Waal, Çev: Aslı Biçen, Metis Bilim, 2008

[2]“Mimari Paralaks, Sınıf Savaşının Spandrelleri ve Diğer Fenomeni”, Slavoj Zizek, Çev: Bahadır Turan, Encore Yayınları, 2011, s. 11

[3]A.g.e., Zizek, s. 31

[4]https://vesaire.org/neoliberalizm-son-tuzagi-mindfulness/

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top